Kamera Karşısında Yaşamak

Bu yazıyı yazmak bir futbol karşılaşmasını izlerken aklıma geldi. Bir futbolcu, attığı gol sonucunda sevinç yaşarken adeta kendinden geçerek saha kenarındaki bir kameranın önünde, o kameranın içine bakarak Atlas gibi kollarını kaldırıyor, ağzı açık halde sevinç naraları atıyordu. Neden, tribüne o ve arkadaşlarını desteklemeye gelmiş, canlı kanlı orada bulunan seyircilere dönerek, onların arasına karışarak, onlara bakarak, onlarla paylaşarak bu anı yaşamadı da, biçimce hiçbir olağanüstülüğü olmayan, cansız, duygusuz bir nesneye sergiledi bu çok özel anını?

Bir yemeğe gidildiğinde, bir yer gezildiğinde, bir konser dinlendiğinde o anı yaşamaktan, zihne kaydetmekten, doyasıya görmek, dinlemek ve içine çekmektense neden vaktin önemli bir kısmı o anı kamera ile kayıt altına almaya ayrılıyor? Kamera ile kayıt altına alırken o anın canlılığını bir kenara bırakıp, kamera gibi mekanik ve duygusuz bir duruma düşmüyor muyuz?

Fotoğraf makineleri ortaya çıktığında neredeyse insan boyundaki bir cihazın arkasına geçip bir örtünün altına girerek fotoğraf çekme işlemini yapacak olan kişinin ayağına gelen insanlar vardı. Daha sonra bu teknoloji gelişti ve artık hareketli çekimler de yapılabilir oldu. Bu hareketli çekimlerden sinema doğdu. İnsanlar bu kaydedilmiş ve belli bir sistemle hazırlanarak sunulan görüntüleri izlemeye sinema salonlarına gitmeye başladı. Bir sihirli kutu girmeye başladı her eve. Filmler, haberler, şovlar, reklamlar... Bir yandan da ses iletmeye yarayan telefonlar gelişmeye başlayıverdi. Fotoğraf makinesi ile birleşti bunlar. Film çekebilmeye başladılar. Artık herkes hem fotoğrafçı, hem sinemacı oluverdi.

Peki, ne kadar iyi oldu? Gelinen noktada bu teknolojiler insanları ne kadar geliştirdi? Eskiden fotoğraf çekmek için daha çok özen gösteriliyordu. Değerli bulunan ve kayda alınmak için özel bir ortam, kompozisyon hazırlanan görüntüler kaydediliyordu. Film çekmek başlı başına bir uğraştı.

Kameralar hayatın her alanına erişmeye başladıktan sonra insanlar gönüllü olarak özel hayatlarından feragat etmeye başladılar. Bunda sinemanın payı yadsınamaz. Sinema insanlara, her şeyin paylaşılabileceğini, gösterilebileceğini gösterdi. Ama artık günümüzde bu durum yaşanılanın paylaşılmasından ziyade paylaşılmak için yaşanılmasına dönüştü. Hal böyle olunca da çok daha iyi cihazlarla çekilen görüntülerin kalitesi aksi yönde ilerleme gösterdi.

Her anımız her an kayıt altına alınabilme ihtimaliyle dolu; belki haberimiz olarak, belki olmayarak. Böylesi bir ortamda ne kadar özgür kalabiliyoruz? Şu fotoğrafta gülümseyerek çıkmalıyım, bugün bu saatte burada bulunduğumu insanlara göstermeliyim ya da şu an kayıt altına alınıyorsam gibi düşünceler bizleri hem yapmacıklığa hem de kendimiz gibi olamamaya itiyor. Kamera karşısında mı yaşayalım, kamerayı yaşamı zenginleştirmek için mi kullanalım?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gölge Oyunu (1993)

Aaahh Belinda (1986)

Talihli Amele (1980)

Il était une fois... la vie (1987-1988) Bir Zamanlar... Yaşam

İlk Yarım Saatine Sabredebilirseniz Çok İyi Bir Film İzleyeceksiniz