Sinemada Sembol ve Metafor Kullanımının Gerçeklikle İlişkisi

Bu yazıyı yazmak 25 Mart 2020 tarihinde Ingmar Bergman'ın En Passion (1969) filmini izlememin ardından okuduğum eleştiri yazılarından birinde filmde süt kullanımına dikkat çekilmesinin aklımda kalması ve filmi ertesi gün yeniden izlerken tam da ilgili sahnede bazı şeylerin zihnimi kurcalaması sonucunda şu anda gerçekleştirdiğim bir eyleme dönüştü.

İlgili sahneden bir görsel:


Bu sahneyi ikinci izleyişimde aklıma takılan soru-sorun şu oldu: Yönetmen burada saflığın sembolü sütün yere dökülmesi, çanağın kırılmasıyla az sonra Anna ve Andreas'ın ilişkilerinde yaşayacağı kopuşu haber veriyor; şiirsel bir şekilde bunu betimliyor. Ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Filmi gerçek hayata evirelim ve birisiyle yaşadığımız bir ilişkiyi düşünelim. Bu ilişkinin içerisinde sevgilimiz süt çanağını düşürsün ve her yer süt içerisinde kalsın. Bu durum ilerleyen süreçte aramızdaki saflığın biteceği ve ilişkimizin kopacağı anlamına mı gelir?

Eğer duruma gerçek hayatta gerçekten böyle yaklaşırsak bu durum falcılıktan öteye geçmez. Peki bir sinema eseri nasıl oluyor da gerçek hayatta süt dolu çanağın düşürülüp kırılmasıyla ilişkinin saflığını yitirmesinin birbiriyle hiçbir alakası yokken filmde bunları alakalandırabiliyor? Burada herhalde filmleri izlerken yüzlerce harika örneğini gördüğümüz; anlatımı güçlendirmek, esere derinlik, anlam katmak ve betimlemek için, (gerçek hayatta yaşananların bir tür hızlı simülasyonunu, bir tür kesitini ortaya çıkaran) kurgu yöntemiyle yararlanılan semboller ve metaforlar devreye giriyor.

Bu konu üzerine düşünmeye devam ederken filme de tam odaklanamadığımı fark ettim ve eseri bitirdikten sonra konu üzerinde bir şeyler yazmayı kurdum. Zihnim filme odaklanmaya çalışırken bir yandan da başka filmlerden örneklerle yazıdaki anlatımı güçlendirecek yollar arıyordu. İlk aklıma gelenlerden biri Nói albinói (2003) filmi oldu. Bu filmde yiyecek hazırlama sahnesinde iki karakterin üzerine eserin ana karakteri Nói tarafından yanlışlıkla hayvan kanı dökülüyor.

İlgili sahneden bir görsel:


Bu, hayvan kanının döküldüğü karakterler filmin devamında bir felakete kurban gidiyorlar. Yani yönetmen aslında önceki sahnelerden birinden sondaki bir olayın haberini veriyor. Peki gerçek hayatta üzerimize hayvan kanı sıçradığında ya da döküldüğünde (hatta insan kanı bile olsa), bu durumdan ilerleyen süreçte bir felakete uğrayacağımız anlamı mı çıkarmamız gerekir? Bu tür bir bir yaklaşım da gerçek hayatta akıldan uzak, kehanetçi bir bakış olur. Ancak bu durum film kurgusu içerisinde gerçekleştirilince gayet anlamlı hatta ustalıklı bir anlatım olarak nitelendirilebiliyor (bence de öyle).

Daha sonra aklım Kieslowski'ye ve Dekalog filmlerine kaydı. Aklıma gelen iki örnek vardı. Bunlardan ilki Dekalog'un 2. bölümü Dwa'dandı. Rahatsızlığı iyileşme yolunda umut vermeyen hasta bir adamın az sonra iyileşeceğini Kieslowski muhteşem bir anlatımla, bir bardaktaki sıvının içerisine düşmüş bir sineğin çırpınarak, çabalayarak o bardaktan çıkıp hayata tutunmasıyla anlatıyor.

İlgili sahneden bir görsel:


Yine muzırlık yapalım ve buradaki durumu da gerçek hayata uyarlayalım. Hasta yatağımızda yatarken sıvı dolu bir bardağa düşmüş bir sineğin o bardaktan kurtuluşunu görmek bizim de yakında iyileşeceğimiz anlamına mı gelir? Olsa olsa sineğin hikâyesinden etkilenip hayata tutunmak için motive oluruz.

Ve bu yazıda kullanacağım son örneğe gelelim. Dekalog'un 9. bölümü Dziewiec'te iktidarsız bir adam anlatılıyor. Hem arabasının torpido gözünü bir türlü kapatamayışıyla hem de (daha da somut bir örnek olduğu için görsel olarak bunu tercih ettim) bir araca bir başkasının yardımıyla yakıt doldurabilen bir kişi olarak gösterilerek iktidarsızlığı vurgulanan bir adam söz konusu.

İlgili sahneden bir görsel:


Bu adam Kieslowski'nin anlatım ustalıkları yüzünden mi iktidarsız? Bu adam iktidarsız olduğu için mi aracının torpido gözünü bir türlü kapatamıyor ve aracına yakıt dolduran birine yardım ederken eline aldığı penis benzeri hortumdan bir başkasının aracılığıyla yakıt sıvısını geçirmesi gerekiyor? Tabii ki hayır. Kieslowski tüm bu görsel anlatımlarıyla o kişinin iktidarsızlığını başka nesneler üzerinden betimlemeye çalışıyor. Ancak bu durumu da gerçeğe uygularsak iktidarsız bir kişinin aracının torpido gözünü kapatamayacağı ya da bir araca yakıt doldururken bunu tek başına başaramayacağı gibi bir ilişki söz konusu değil.

Tüm bu örneklerle birlikte ve örneklerin altında yazdığım cümlelerle aklıma takılanları yazıya dönüştürebilmişimdir umarım. Sinemanın estetik değerini artıran, eseri daha da çarpıcı ve etkileyici hale getiren çeşitli ustalıklı anlatımlar; filmlerde kullanılan ve senaryoya dair birçok iz, haber içeren sembol ve metaforlar aslında bir yandan da gerçekliğe zarar veriyor. Çünkü örneklerde de gördüğümüz üzere bu sembol ve metaforların film içerisindeki hikâyeyi etkileme güçleri ve orada kazandıkları anlamlarla tüm bu durumları gerçek hayata uyguladığımızda elde edeceğimiz anlamlar arasında bir ilişki yok. Tiyatronun ve sinemanın olabildiğince gerçek olmasını isteyen bir izleyici olarak aklımı kurcalayan bu konular hakkında düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gölge Oyunu (1993)

Aaahh Belinda (1986)

Talihli Amele (1980)

Il était une fois... la vie (1987-1988) Bir Zamanlar... Yaşam

İlk Yarım Saatine Sabredebilirseniz Çok İyi Bir Film İzleyeceksiniz