Yalancı Çoban Filmler

Bu yazıyı yazmak David Mamet'in The Spanish Prisoner (1997) filmini izledikten sonra aklıma geldi. Ya da o film beni tetikledi demeliyim. Çünkü ucundan kıyısından bazen düşündüğüm bir konuydu birazdan bahsedeceklerim. Örneğin Tek Kullanımlık Filmler adlı yazım da bu konuyla alakası olan bir yazıydı.

Yalancı çoban. Kimdir yalancı çoban ve bunun sinema ile alakası ne? Eğer yalancı çobanın kim olduğunu, ama daha da önemlisi bunun sinema ile alakasının ne olduğunu şimdi değil de size birçok şey anlatıp sonra da hiç beklemediğiniz bir anda, hiç beklemediğiniz bir yerden söylersem işte o zaman size yalancı çobanlık yapmış olurum. Çünkü yalancı çoban filmler (bu durum edebiyat ve tiyatroda da kullanılabiliyor aslında), neredeyse bütün güçlerini içlerinde yer alan oyundan, sürprizden, şaşırtıcı noktadan alıyor. Dolayısıyla, ne kadar çok yalancı çoban filmi izlersek bu filmlere karşı ister istemez o kadar aşılanıyoruz ve artık karşımızdaki kişinin, yani filmin, bir yalancı çoban olabileceği fikri ile o eseri izliyoruz; hele ki o eserin sahibinin önceki çalışmalarında da bu yalancı çobanlık hali söz konusu ise ister istemez bu aklımızın bir köşesinde oluyor ve onun şu anda karşı karşıya olduğumuz yeni eserine acaba yine öyle bir şey mi var bu filmde de, diye bakıyoruz. Bu durum bir eseri ile ilk defa karşı karşıya olduğumuz bir yönetmen için de geçerli çünkü önceden izlediğimiz çeşitli filmlerin zaman zaman yalancı çobanlık yapması, şimdi izlediğimizin de acaba öyle mi olacağını düşündürebiliyor bize.

İzleyicinin adeta yalancı çobanlığa karşı antrenmanlı olması; etkisini bir süre boyunca yalan söylemekten, sağ gösterip sol vurmaktan, şaşırtmaca yapmaktan alan bir eserin seyrine olumsuz etki edebilir. Çünkü bu tip eserlerdeki neredeyse her şey aslında bizim onu yalancı çoban sanmamamız için kurgulanıyor; en azından bir süre boyunca öyle sanmamamız için. Sonunda şaşıralım diye var olan, adeta bakın da nasıl tongaya getirdim sizi demek için yaratılan eserler aslında her bir izleyicinin karşısına intihar etmek için çıkıyor. Çünkü o numarayı sadece bir kez yapıp izleyiciyi etkileyebilirsiniz. İkinci seferde aynısı olmaz. The Prestige (2006) filminde bir sahne vardı. Bir çocuğa sihirbazlık gösterisi yapan adam, bir kuşu yok edip sonra yeniden ortaya çıkarıyordu. Normalde buna hayran olup etkilenmesi gereken çocuk numarayı bildiği için (numara aslında ilk başta yok edilen kuşun gerçekten ölmesi; yerine onun benzeri bir başka kuşun sanki oymuş gibi gösterilmesi) ağlıyordu bir kuş yok edildi diye. İşte bir filmin bizim ona yalancı çoban olarak bakmayıp, illüzyonu altında kalıp sonunda da numarasını alkışlamamızı istemesi, eğer biz o filmi yalancı çoban şüphesi ile izlemişsek o çocuğun yaşadığı tatsızlığı yaşamamıza neden olabilir.

Filmler yalancı çoban olmayı neden bu kadar seviyor? Bu soru filmlerden önce senaristlere dair bir soru tabii ki. Çünkü illüzyonistler onlar ve onların illüzyonlarına alışıp, izlediğimiz her şeyin gerçek olmadığını bile bile onların karşısına geçip onları takdir eden yine bizleriz. Senaristler yalancı çoban olmayı neden bu kadar seviyor? Bunun ilk ve belki en önemli sebebinin izleyiciyi şaşırtmak ve bunun etkisinden yararlanmak olduğunu düşünüyorum. Bir eserin bütün varlık amacı izleyiciyi şaşırtmak ve onu bununla etkilemekse bu çok kısa süreli bir doyum halidir bana göre. Bir an vay be, diyebiliriz. Peki ama sonra? Evet, izledik ve şaşırdık, vay be de dedik. Bu kadar mı? Bütün şeyler bunu dememiz için miydi? Bir film bundan fazlası olmalı bana göre. Bir filmin bütün varlığı izleyiciyi şaşırtmak, ona beklemediği yerden vurup bakın ne akıllı oyun hazırladım ve siz de bu oyuna amma düştünüz, demek olmamalı. Henüz hâlâ yabancı çobanlara inanmaya ve karşımızdaki çobanın yalancı olabileceğini düşünmemeye devam edebiliyor olsak da siz böyle çalışmalar ortaya koydukça artık bütün temeli yalancı çobanlığını gizlemek ve sonunda bunu açıklamak olan eserler anlamsızlaşmaya, etkisizleşmeye başlayacak. Doğrucu çoban olmaya ne dersiniz? Peki biz izleyiciler koyun olmaktan çıkıp çobandan daha akıllı olmaya ne deriz? Galiba en iyisi kurt olmak. Bütün illüzyonun ötesindeki tek gerçek; var olduğu sanılan, var olduğuna inanılmayan ya da var olan kurt değil midir?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gölge Oyunu (1993)

Aaahh Belinda (1986)

Talihli Amele (1980)

Il était une fois... la vie (1987-1988) Bir Zamanlar... Yaşam

İlk Yarım Saatine Sabredebilirseniz Çok İyi Bir Film İzleyeceksiniz