Felaket Eğlence Değildir!

The Hindenburg (1975) filmini izledikten sonra görüşlerine çok değer verdiğim bir sinema eleştirmeni olan Roger Ebert'ın bu filmi nasıl değerlendirdiğine bakmak istedim. 4 üzerinden 1 puan verdiği film hakkında Ebert'ın düşüncelerini okurken hayal kırıklığına uğradım. Bundan da öte, sinirlendim ve kızdım onun bakış açısına. Çok değer verdiğiniz bir insanın size göre son derece yanlış olan bir bakış açısını savunması insanı sinirlendirebiliyor. Ama değer vermek ve kurulan dostluk, bir noktaya bakarak ipleri kopartabileceğiniz bir şey de değil. Ben bu satırları yazarken Roger Ebert neredeyse artık 10 yıldır aramızda olmayan birisi olsa da onun görüşlerine ve beğenilerine verdiğim değerde bir azalma olmadığını eklemek isterim.

Peki Roger Ebert The Hindenburg (1975) filmini neden beğenmemişti? Film bir felaketi anlatıyor ama zeplin yolculuğunun son anında gerçekleşen bu felaketi yolculuğun başından itibaren anlatıyor. Ebert insanların sinemaya filmde felaketi yaşayan karakterlerin bu felaketi yaşama halini görmek için gittiklerini söylüyor. Felaket filmlerinin bunu anlatması gerektiğini söylüyor. The Poseidon Adventure (1972) ve The Towering Inferno (1974) filmlerini örnek veriyor. Bu filmlerin henüz başında felaket yaşanıyor ve bu eserlerin geri kalan kısmı bu felaketten kurtulmaya çalışan kahramanların mücadelesini anlatıyor diyor. The Hindenburg (1975) filminin son bölümü haricinde bu eserde bir felaket yaşanmadığını ve bunun insanları heyecanlandırmayacağını söylüyor.

Yukarıdaki paragrafta genel olarak anlattığım Roger Ebert görüşleri beni hayal kırıklığına uğrattı ve etkileyici sonu ile aklımda yer edecek filmlerden biri olan The Hindenburg (1975)'i eleştirdiği bazı noktalara karşı çıkmak, bundan da öte bir bakışa karşı çıkmak için bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Felaket eğlence değildir! Bir felaket filminin ya da bir filmde yaşanan felaketin bir eğlence veya heyecan unsuruna dönüşmesi bizim o durumun gerçekliğine ve duygusal boyutuna, acısına yabancılaşmamıza neden oluyor. Bu ''yabancılaşma'' ile çok sevdiğim Bertolt Brecht'e de karşı çıkmak istemiyorum ama bu tip bir yabancılaşmayı, yani insanı insanî duygulardan uzaklaştırıp izlediği felaketi bir eğlence ve heyecan unsuru olarak görmeyi herhalde o da hoş karşılamazdı.

Bir felaketin nasıl eğlenceye ve heyecana dönüştürüldüğünü; tıpkı içi boş, süslü bir rüya olarak sunulan reklamlara benzetildiğini gösteren bir örnek de, yukarıda da bahsi geçen, The Poseidon Adventure (1972) filminin adı. İnsanların ters dönmüş ve batmakta olan bir gemiden kurtulmaya çalışması, yaşamlarını korumaya çalışması, birçoğunun ölmesi bu filmin adında bir ''macera'' olarak yer alıyor. İnsan, insanî bir duruma ancak bu kadar yabancılaştırılabilir herhalde!

''Bir filme izleyiciler onun içindeki felaketi ve onu yaşayan karakterleri görmek için gider'', ''bir filmi izleyiciler onun içinde heyecan varsa izler ve beğenir'' gibi gişe görevlilerinin bolca çalışarak yapımcılara para kazandırmasını destekleyen görüşler kabul edebildiğim görüşler değil. Öncelikle her izleyici farklıdır. Örneğin ben bir filme onun içindeki felaketi izleyip eğleneyim ve de bundan heyecanlanayım diye gitmem. Ayrıca bir eser ortaya koyan kişi eserini sırf ''eğer bu filmi böyle yaparsam izleyiciler daha çok heyecanlanır, ilgilenir ve beğenir'' diye öyle düşüneceklerini varsaydığı izleyicilere göre şekillendirirse artık o kişinin o eserinden bahsedemeyiz. Çünkü o eser onun değil, izleyicinin tüketmesi için ortaya konmuş bir ürün demektir.

Bir film bir felaketi eserin büyük bölümü boyunca anlatmayıp, adeta eser boyunca yaprak bile kıpırdatmadan anlatımını gerçekleştirebilir. Çok büyük bir faciayı, savaşı, kazayı, patlamayı anlatan bir film tüm bu büyük görüntüleri göstermeden bile anlatımını gerçekleştirebilir. Bir film kimseyi tatmin etmek zorunda değildir. Bir film kimseyi eğlendirmek ya da heyecanlandırmak zorunda değildir. Sonunda yanacağını bildiğiniz bir zeplinde Atlantik üzerinde saatlerce ve bir kuş gibi süzüle süzüle, hiçbir gürültü bile duymadan yolculuk edip o an orada anlatılanlara, konuşulanlara; felakete değil de örneğin karakterlerin siyasi görüşlerine ya da aralarındaki gizli ilişkilere veya alelade sohbetlerine konuk olabileceğiniz bir eser de olabilmelidir bir film. Bir film istediğini anlatır ve anlatacağını kimseye göre anlatmak zorunda değildir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gölge Oyunu (1993)

Aaahh Belinda (1986)

Talihli Amele (1980)

Il était une fois... la vie (1987-1988) Bir Zamanlar... Yaşam

İlk Yarım Saatine Sabredebilirseniz Çok İyi Bir Film İzleyeceksiniz