Kameraya Saygı

Ülkemizde, ama herhalde balta girmiş ormanlara sahip tüm ülkelerde de kameraya karşı bir saygı var. Bu saygı, olumlu bir saygıdan ziyade, bir otoriteye karşı duyulan korkudan doğan bir saygı gibi geliyor bana. Kameranın ilahiliği denilebilir belki buna. Hani lisedeki edebiyat derslerinden öğrendiğimiz bakış açılarından biri olan ilahi bakış açısı gibi.

İnsanlar, bir kişiyle konuşurken her nasıl konuşuyorlarsa, o kişi eğer konuşmalarını kamerayla kayıt altına alıyor ve konuşan kişi de bunu görebiliyorsa o zaman kamerasız duruma oranla daha farklı bir konuşma çıkıyor ortaya. Kelimeler değişiyor, daha seçici olunmaya çalışılıyor. Yakalanabilecek en üst düzey kibarlık seviyesine ulaşılmaya çalışılıyor. Evet, bazı insanlar kamera karşısında da fütursuzca konuşuyorlar, bazı insanlar aynı kabalıklara kamera karşısında da devam ediyorlar; bazı insanlarsa normalde nasıl bir üslupla, nasıl kelimelerle konuşuyorlarsa kamera karşısında da böyle konuşuyorlar. Hiçbir şekilde kamera etkisine uğramayan bu iki küçük azınlığın dışında kalan büyük çoğunluğa dair bir yazı bu yazı.

Kameraya neden saygı duyuyoruz? Kamera bizi kayıt altına alıyor. Kötü bir şey yaparsak, kötü bir şey söylersek, birilerinin hoşuna gitmeyen sözler edersek diye kamerayla kayıt altındayken kendimizi biraz sansürleyebiliyoruz. Bir otobüs şoförüne neden kalkış saatinden beş dakika daha geç kalktığını elimizde kamera varken ve kamera yokken sorarsak herhalde alacağımız cevaplar farklı olurdu. Bu konu da aklıma bu örneği düşünürken geldi.

Büyük birader görevi gören kameralar insanlar üzerinde nasıl bu kadar etki edebiliyor? Aynı durum, arkadaşlar arasında patrondan hep birlikte şikayet ederken de yaşanabiliyor. Aynı konumda yer alan ve o ortamda kendilerini güvende hisseden kişiler patronun huzuruna çıktıklarında aynı eleştirileri getiremeyebiliyorlar. Buradan da anlaşılabileceği üzere sorun kameradan ziyade gücü elinde bulunduranlara karşı kendimizi ne kadar güvende hissedip hissetmediğimize bağlı kalıyor genellikle. Eğer bir büyük birader varsa ve ondan korkuyorsak kamera bizi disipline ediyor. Bu otorite kamera değil de etraftaki seyirciler olsa da aynı görevi görüyor.

Peki sinema filmlerinde rol alan oyuncular da böyle bir değişikliğe uğruyorlar mı? Sinemada, belli bir rolün içinde bulunulduğu için sanırım kameraya karşı korkulu bir saygıdan ziyade, o rolü, rolün gerçekliği içerisinde başarılı bir şekilde ortaya koyabilme amacı taşıyor herhalde birçok oyuncu. Yine de, insanların, oyuncu olsalar bile, kamera karşısında bulunurken istemsizce kendilerini ortaya koyamayabileceklerini düşünürüm zaman zaman. Bir film setini tüm çıplaklığıyla gösteren bir fotoğraf gördüğümde bu aklıma gelir. Rollerini yerine getiren birkaç oyuncunun oluşturduğu kameranın bakış açısını kaplayan alan dışındaki o büyük alanda kameramanlar, makyözler, asistanlar, yönetmen ve daha birçok görevli yer alabiliyor.

Bir yönetmen olsam ve bir film çekecek olsam o sahnede rolü olan oyuncular dışında olabildiğince az kişinin o an orada bulunmasını isteyeceğimi kurarım. Oyuncularla baş başa kalmak ve onların rollerini gerçekleştirmeleri bana mahrem bir şey gibi gelir; o mahrem ana tanık olan sadece birkaç kişi olmasını isterim. Oyuncuların böylesi bir ortamda kendilerini daha rahat hissedeceklerini, sadece günahlarını çıkaran rahibin yer aldığı o kutsal odada en doğal ve en gerçekçi bir şekilde oyunculuklarını ortaya koyabileceklerini düşünürüm.

İyi oyuncu olabilmenin ön koşulu kameraya ve etraftaki insanlara koyverip, psikolojik olarak sadece rol arkadaşını görebilmekten, eserin o anını gerçek kılabilmeye çalışmaktan geçiyor sanırım.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gölge Oyunu (1993)

Aaahh Belinda (1986)

Talihli Amele (1980)

Il était une fois... la vie (1987-1988) Bir Zamanlar... Yaşam

İlk Yarım Saatine Sabredebilirseniz Çok İyi Bir Film İzleyeceksiniz